Masmavi deniz, yeşilin binbirçeşit tonu, tek katli evler, çiçeklerle süslenmis bahceler, mis gibi deniz havası, tazecik balığın olduğu aksam sofraları hayal edin. Kim sevmez ki böyle bir ada tatilini? 2013 senesi Ağustos ayının başlarıydı. Santorini mi? Bozcaada mı?, derken kendimizi Sakız Adası’na giderken bulduk.
Yazımı okuyanlara en başta belirtmek isterim ki bizim niyet kültür gezisi değildi arkadaşım, sizin niyet buysa bu yazı size pek katkı sağlamayacaktır. Biz, adanın biraz daha batısı, kuzeyi ve merkezine doğru olan bölgesinde kalarak, 2-3 günlük bir ada havası solumak istedik.
İstanbul’dan Adnan Menderes Havaalanına uçarak, oradan da Çeşme-Sakız Adası feribotu ile ulaşımı sağladık. Uçuş ve feribot için sabahın erken saatlerini tercih ettik, amacımız adaya öğlen öncesinde varabilmekti. Havalimanı’dan Çeşme’ye özel transfer aracıyla geçtik ve fiyat dört kişi için gayet makuldü. Havaş’ı tercih etseydik feribotu kaçırabilirdik.
“Bulutlar üstünde ile hayallere dalmak…”
Çeşme’den Sakız Adası feribot ile 45 dakika sürüyor. Bu arada ne kadar yakın bir ada olsa da Schengen Vizesi almak gerekiyor. Biz, İstanbul’dan vize başvurusu yaparak aldık. Ancak dilerseniz pasaportunuz ile adaya geçtiğinizde başvurup, vizenizi alabiliyorsunuz. Özel bir durumunuz yok ise turisti dört gözle bekledikleri bir dönem olduğundan vize almakta sıkıntı yaşamazsınız. Ancak vize kuyruğunun da epey uzun olduğunu belirteyim.
Çeşme’ye geldiğimizde feribot biletini almak için birkaç tane alternatif şirket olduğunu gördük. Firmaların yeri Turizm Danışma’ya çok yakın, sorarsanız yardımcı olurlar. Hemen biletlerinizi oradan alabilirsiniz. 2013’te adambaşı gidiş-dönüş 20 Euro civarındaydı.
Biletleri kaptıktan sonra Kumrucu Şevki’de kahvaltımızı edip yolumuza devam ettik. Ancak biz oradan feribota yürümenin zor olmayacağını düşündük ve taksiye binmedik. Valizlerle çok ama çok zor oluyormuş, eldeki ağırlıkla pek kısa değilmiş aradaki mesafe. 🙁
Feribotun kalkacağı yere geldiğimizde “nedir bu?” diye şaşkınlığımızı gizleyemediğimiz bir kuyruk vardı. Sabah sabah böyle bir sıra beklemiyorduk. Herkes en az bizim kadar bezgin görünüyordu. Hava sıcak ve bunaltıcı olunca durum pek keyifli değildi açıkçası. Neyse keyifleri kaçırmadık, Duty Free’ye de uğrayıp feribota geçtik.
“Feribot için kuyrukta beklerken.”
Feribotta ilgimi çeken şey, bu feribota gerçekten adaya daha önce çokça gitmiş birçok kişi vardı. Demek ki birden çok gidilecek kadar güzel bir yer dedim. Biraz yaş ortalaması büyüktü ama bizim de aradığımız daha sakin biryerdi zaten.
Adaya vardığımızda, itiş kakış kalabalık bir sıra karşıladı bizi yine. Vize başvurusu yapacaklar ve biz kontrolden geçecekler dar bir alanda ortak yerde bekledik. Neyse vize kontrolünden geçtik ve daha önceden araba kiralamanın verdiği rahatlıkla hemen limandan çıkar çıkmaz araç kiralama firmasına yürüdük, iki dakika mesafedeydi. Bize haritayı açtılar ve dostça gidebileceğimiz yerleri gösterdiler. (Adalıların hepsi olmasa da Limandakiler İngilizce biliyorlar.)
Feribottan indiğimizde bizi klasik bir ada limanı karşılamıştı. Sadece bu zamana kadar gördüğüm limanlardan farkı biraz daha eski, biraz büyük ve sarı binaların olduğu, pek hareketli olmayan bir liman olmasıydı. Ama yine de pubların, minik restorant ve kafalerin olduğu bir bölge olduğundan o gün olmasa da zaman zaman kalabalık olduğunu tahmin ediyorum.
Tamam tamam sakin olun, adadaki tüm deneyimlerim bu girizgahtaki gibi olumsuz değildi tabi. Daha anlatacaklarım var. 🙂
Kaptık arabamızı, çıktık yola. Arabanın minik olması ciddi bir avantaj, araç kiralayacak olanlara minik araç tavsiye ederim. Çünkü küçük köylerde gezerken dar sokaklara girebilmek pek kolay olmayacaktır büyük araç ile. Yol üstünde bu pembiş çiçekleri görebiliyorsunuz bol bol. Her zaman sevmişimdir bu begonvilleri. Bu bana daha önce yaşadığım Kıbrıs’ı ve Bodrum’u hatırlatıyor. Zaten kültürler de benziyor malum.
“Tam bir ada konsepti; begonvilli bahçeler…”
Konaklama için adanın batısını tercih ettik biz. Rotamızı da kuzeyden tutalım ki güzel bir plaj görürsek atlayalım denize dedik ve bulduk da. Kardamila Plajı (Kardmyla Beach). Bu plaj gayet şirin bir plaj. Adalılara göre Tavern diye geçiyor. Öyle müzikli eğlenceli bir mekan beklemeyin, ismi sizi yanıltmasın. Naturel tahtalarla yapılmış, uçuş uçuş güneşliklerle süslenmiş taşlı bir sahil. Plaja vardığımızda hem çok sıcaklamış hem de çok acıkmıştık. Menüde pek alternatif yok; kare tost ve cips. Biz tostumuzu yedik, denize girip keyfimizi yaptık.
“Kardamila Plajı (Kardmyla Beach)”
Biraz deniz keyfinden sonra çıktık yolumuza. Sahil kenarına gidersek akşam olacaktı ve biz de merkeze yakın bir güzergahı tercih ettik. Yol üstünde de şirin mi şirin bir köyü ziyaret ettik; Pitious Köyü. Daracık sokakları, minicik evleri ile tüm sokak aralarını merak ettiriyor ve gezdirtiyor kendini. Çok sakin bir köy, hatta birileri yaşıyor mu düye düşünüyorsunuz. Ama fark ettim ki bu adanın genel haliydi gittiğimiz bu tarihte. Sokak aralarında tek başına derinlere dalmış teyze görebiliyorsunuz. En son tepeye de çıkarak köyün tepe manzarasını da görüntülüyor ve köyden ayrılıyoruz. Bunun gibi çok daha önemli köyler var bu adada. (Örneğin Mesta ve Pyrgi Köyleri) Özellikle de güneybatı ve güneyde, isteyenler haritadan rahatlıkla ulaşabilirler.
“Sokak aralarında oturan teyzeler”
“Sokak aralarında gölge oyunlarımız”
“Pitious Köü’ndeki tepede ibadethane olduğunu düşündüğümüz bir ev.”
“Pitious Köyü’ne tepeden bir bakış”
Ve otelimize yerleşmek üzere yola devam ediyoruz. Volissos Boutique Hotel; bu adada en sevdiğim yerlerden birisi oldu. Volissos bölgesinde, bir tarafı koya bakıyor, bir tarafı limana, diğer tarafı da açık denize. Sıcacık bir karşılama, çiçeklerle süslenmiş bahçe, aile gibi karşılayan otel sahipleri, taş evler, herşey çok güzeldi.
Biraz oteli ve etrafı gezdikten sonra akşam yemeği için yer bakmaya çıktık. Pek restorant alternatifi yok bu bölgede, bilinen mekanlarına gidersek karnımızı güzel doyururuz düşüncesiyle seçtik bir restorantı. Oldukça büyük bir yer ancak hiçkimse yok müşteri olarak. Biraz da yaşanan ekonomik buhrandan böyle bir durum olduğunu hissediyorum. Bu koca restorantta bir beyfendi duruyordu hizmet için. Biz mevsim balığı sardalya istedik ama o bizi başka balığa yönlendirdi, biz de kırmadık Levrek yedik. O sırada 4-5 kişi daha geldi bir arabayla ve hepsi içeride bir telaş bize hizmet vermeye başladılar. Biraz utana sıkıla tadını çıkarttık bu anın. Malum İstanbul’da böyle iki kişiye hizmet veren mekan zor bulunur. 🙂 Mezeler pek leziz değildi doğrusu. Burada önemli bir detay; bu menüde adanın meşhur içeceği damla sakızlı rakısı Uzo(Ouzo) eşlik etti bize. İşte bunu tavsiye ederim. Alışmak zor olmadı benim için. Hafif damla sakızı aroması ile pek keyifli bir tat. Uzun, hoş sohbetli, kahkahalı bir akşam yemeğinden sonra otelimize döndük.
“Restoranda Orçun’dan bir görüntü. :)”
Ve otelin o muhteşem koy manzarasına karşı otururken ilk kez mastika likörü ile tanışıyorum. Buz parçaları arasına konmuş nanesi ile, bu kadar mı güzel ve leziz olabilir bir likör? O gün ve sonrasında bu likörü temin etmeye başladık İstanbul için de. Güzel hazırlanması halinde enfes bir tat, tavsiye ederim.
Ertesi gün sabah tazecik hazırlanmış marmelat ve minik ekmeklerle kahvaltının tadını çıkardık. Domatesleri kendileri yetiştirmiş, peyniri kendileri yapmış, herşey çok lezizdi.
Kahvaltı sonrası adanın güneybatı yönüne doğru çıktık yola. Rotamızda Lithi görünüyordu. Ancak yol üstünde öyle güzel bir koy vardı ki, durmadan gitmek olmazdı. İniş oldukça dik ve uzundu, zaten pek de inebilen yoktu, bir iki kişi vardı koyda. Masmavi bir deniz ve yeşil bir doğa, her zamanki gibi bu güzellikte denize girdim kaçırmadım.
“Yol üstünde isimsiz muhteşem koy.”
Sonunda Lithi’ye vardık. Çok büyük olmayan bir sahil boyu, plajı ve de sahilde minik restorantları vardı. Deniz ve yol bizi yormuş olacak ki, hemen restoranlardan birisine girdik. Menüde patlıcan seçenekleri çoktu, musakka bile vardı. İnanılır gibi değil biliyorum ama yine ne sardalya bulabildik ne de başka balık. Biz de atıştırmalık biraz meze ile öğleni geçiştirdik.
Küçük bir plajı var, denize girip biraz da bu sahilden Ege’nin tadını çıkartttık. Lithi’de sahilleri gezerek biraz fotoğraf çekiyor, biraz da çektiriyorum..
Lithi’den sonra biraz daha güneyde “Karfas” plajını görmeye karar verdik. Ancak vardığımızda pek de beklentilerimizi karşılamadı, gayet sıradan bir plajdı. Doğallık veya çok gelişmiş hizmet özelliği yoktu, ilgimizi çekmedi. Biz de tekrar şehrin içi ve adaya ilk geldiğimizdeki limana doğru gittik. Magnetler, damlasakızları, uzolar ve hediyeliklerimizi de aldıktan sonra rotayı tekrar otelimize çevirdik.
“Ada içi ve merkezden görüntüler.”
İkinci gün akşam yemeği için sahilde bir restorantı tavsiye ettiler. Sokak arasında biraz minik ama sevimli bir yerdi. Sadece restoranın sahipleri yaşlı dört beş kişilik bir grup yemek yiyiyordu. Hadi lezzetlidir böyle yerlerin yemekleri bir bakalım dedik. Balığı pek beğenmedik fakat mezeler, otlar, fena değil. İsim vermemeye devam edicem ilk kez. Nedense kendimi bu dönemde pek de alternatifleri yok diye telkin ettim. Sonuçta taze ürün bulundurman için sürkülasyon olması gerekiyor, o da yok.
“Restoranda masaörtüsü Sakız Adası haritasındandı.”
Üçüncü günümüzde hiçbiryere gitmeme ve mümkünse otelde, otel manzarası ve arkasındaki plaj keyfi ile günü geçirmek istedik. Fotoğraflar ile size günümüzü biraz anlatmış olurum.
Ve ertesi gün sabah erkenden(saat 07:00) otelden ayrıldık hep birlikte, ilk feribota yetişmek üzere aracı 08:00’de teslim ettik. Son günü de İzmir Çeşme’de geçirdik.
Sakız Adası’ndaki deneyimlerimden tüm açıklığıyla bahsetmek istedim. Bakir ve çok gelişmemiş bir ada, biraz da ülkenin ekonomik zorlukları yansımış durumda. Arabayla gezmeyi ve farklı yerler keşfetmeyi seviyorsanız tavsiye edilebilir. Kalabalıkları seviyor ve istiyorsanız gideceğiniz son yer. Volissos Boutique Hotel ise tavsiyelerim arasındadır.
Keyifli okumalar ve seyahatler!
Leave a Reply